Cover Image
Görüş

İslam İşbirliği Teşkilatı: Yeni Vizyon İhtiyacı

İslam İşbirliği Teşkilatı, 57 üye ülkesiyle İslam dünyasının en büyük uluslararası örgütü konumunda. Ancak bu geniş yapı, siyasi ve ekonomik anlamda ne kadar etkili? Türkiye’nin teşkilattaki rolü giderek güçlenirken, İİT’nin geleceği için nasıl bir yol haritası çizilmeli? Teşkilatın yapısal sorunları ve reform ihtiyacı, İslam dünyasının ortak hareket etmesini sağlayabilir mi?

Dr. Ahmet Emin Dağ | 4. Sayı 2025
ORDAF Başkan Yardımcısı

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), dünya çapında 57 üye ülkeye sahip olan, İslam dünyasının bir araya geldiği en büyük uluslararası organizasyondur. 1969 yılında kurulan bu teşkilat, üyeleri arasında siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal iş birliğini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda İİT'nin kuruluşu, modern dönem İslam dünyasının birleşme ve ortak bir ses oluşturma arzusunun bir yansımasıdır. Ancak, teşkilatın geçmişten günümüze kadar geçirdiği evrim, karşılaştığı zorluklar ve içindeki çatışmalar, kuruluş amacına ulaşılması konusunda ciddi handikaplar oluşturmuştur.


Tarihsel Gelişim ve Dinamikler


1969 yılı ağustos ayında Kudüs’te Yahudi fanatiklerce Mescid-i Aksa’ya yönelik kundaklama saldırısının ardından, Filistin’in durumuna dikkat çekmek ve Müslüman ülkeler arasındaki iş birliğini sağlamak üzere o dönem 24 Müslüman ülke temsilcisi bir araya gelmiş ve bu toplantı İslam dünyasında umut verici bir dayanışma hareketine kapı aralamıştı. 25 Eylül 1969'da Fas’ın Rabat kentinde yapılan bu toplantıda, o dönemki adıyla İslam Konferansı Örgütü adıyla yeni bir teşkilatın kurulacağı ilan edilmiştir.


İİT, kuruluş belgesinde ilan edilen belirli hedeflere odaklanmıştı. Bu hedefler; üye ülkeler arasında birlik ve dayanışmayı pekiştirmek, Filistin'in bağımsızlık mücadelesi ve Kudüs’ün korunmasına destek, İslami değerlerin yayılması, ekonomik iş birliğinin güçlendirilmesi, İslam dünyasında barış ve güvenliğin sağlanması gibi konulara vurgu yapmaktadır.


Merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde bulunan İİT, kurulduğu dönemin Soğuk Savaş (1947 – 1989) koşulları içinde iki süper gücün (ABD ve Sovyetler Birliği) liderliğindeki bloklar arasında bir denge arayışıyla da ilgilidir. İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunları bu iki güçten birine öykünerek çözmenin imkansızlığı yaşanan tecrübelerle iyice ortaya çıkmış ve adeta alternatif bir arayış dönemine girilmişti. Dünyada protesto gençliğinin oluşturduğu tepkisellik, uluslararası sisteme karşı oluşumlara cesaret verdiği için, bunun İslam dünyasındaki yansıması İİT’nin kuruluşuna giden psikopolitik zemini kolaylaştırmıştır.


1967 yılındaki Altı Gün Savaşı'nın yol açtığı felaket ve Kudüs ile Batı Şeria'nın tamamının Siyonist işgali altına girmesi, birçok İslam ülkesi için derin bir yenilgi duygusuna neden olmuştu. Bu durum, uluslararası hukukun ihlali karşısında tepki gösteren ancak sınırlı güçleri nedeniyle bu süreci engelleyemeyen söz konusu ülkeler için, İslam dayanışması temelli bir teşkilatın kurulmasını teşvik eden önemli bir dinamik olmuştur.


Suudi Arabistan, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)'nin kuruluşunda öncü bir rol üstlenmiş ve özellikle İslam dünyasında dini bir otorite oluşturmayı amaçlamıştır. 1950'lerden itibaren Arap milliyetçiliğinin liderliğini yürüten Mısır'a karşı, Riyad yönetimi önemli bir denge unsuru haline gelmiştir. Mısır'ın Filistin meselesi ve genel olarak anti-emperyalist mücadelelerde yaşadığı başarısızlıkları dikkate alarak Suudi Arabistan, İslam ortak paydasında birleşme amacını güden bu teşkilatın kurulmasını önemli bir fırsat olarak değerlendirmiştir.


Bu realitelere dayalı inşa edilen tüm ideallere rağmen, örgütü oluşturan farklı devletlerin çıkar çatışmaları kısa süre sonra patlak vermeye başlamış ve bu durum İİT'nin etkinliğini sınırlamakla kalmayarak bu platformun daha güçlü bir şekilde faaliyet göstermesini zorlaştırmıştır. Yaptırım gücüne sahip bir organı olmaması ve krizlere müdahale konusunda askeri kapasiteden yoksun bulunması, Birleşmiş Milletler (BM) gibi diğer uluslararası örgütlerle karşılaştırıldığında İİT'nin siyasi müdahale kapasitesini oldukça sınırlamıştır. Bazı ülkelerin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kararları engellemesi de örgütün İslam ülkelerini veya küresel sorunları ilgilendiren konularda ortak hareket etme kapasitesini zaafa uğratmıştır.


Siyasi iş birliğindeki zayıflığa karşın İİT, üye ülkeler arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi konusunda önemli adımlar atmayı başarmıştır. 1980 yılında kurulan İslam Dünyası Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi (IRCICA) ile 1981 yılında kurulan İslam Ülkeleri Ekonomik Kalkınma Teşkilatı (ISEDAK) üye ülkeler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusunda büyük rol oynamıştır.


İİT, İslam dünyasındaki insani krizlerde devreye girmişse de çoğu zaman bu girişimler yetersiz kalmıştır. Örneğin, varlık amacı olan Filistin’in kurtuluşu bir yana, süreç içinde yaşanan ve son iki yıldır soykırım boyutuna ulaşan Siyonist saldırılara karşı etkili bir caydırıcılık dahi ortaya koyamamıştır. Suriye iç savaşında yüzbinlerce insan hayatını kaybedip, milyonlarca insan evini terk etmişken, İİT bu konuda henüz etkili bir çözüm üretemediği gibi üye ülkeler arasındaki çıkar çekişmesi nedeniyle savaşın şiddeti de artmıştır. Benzer şekilde Rohingya krizi sırasında da İİT, gerekli müdahaleleri ve baskıları yapmada yetersiz kalmış ve bu kriz uluslararası toplumda büyük yankı uyandırdığı halde İİT’nin etkili bir çözüm önerisi olmamıştır.


İçsel Bölünmeler ve Politik Çeşitlilik


Üye ülkeler arasındaki mezhepsel ve siyasi farklılıklar İİT'nin iç işleyişinde ciddi zaaf oluşturduğu gibi, çoğu zaman yaşanan felaketleri büyüten bir faktöre dönüşmüştür. Örneğin Arap Baharı sürecinde devrimci ülkeler ile körfez monarşileri arasındaki ayrışma, sadece İİT’nin iç sıkıntısı olarak kalmamış, bölgede yüzbinlerce masum kanına mâl olmuştur.


Birbirinden çok farklı politik, ekonomik ve kültürel yapıları olan 57 üye ülkeden oluşması, İİT’nin en büyük dezavantajıdır. Bu çeşitlilik, teşkilatın ortak bir duruş sergilemesini zorlaştıran en önemli açmazıdır. Bazı üye ülkeler Batı ile yakın ilişkiler geliştirirken, diğerleri daha bağımsız bir dış politika izlemektedir. Bu içsel bölünmeler, İİT’nin ortak bir siyasi strateji ve etki oluşturmasını engelleyen ciddi bir açmazdır. İİT, büyük küresel güçlerle karşı karşıya kaldığında genellikle sınırlı bir etki alanına sahiptir.


Güçlü kurumsal yapının eksikliği de İİT’nin köklü ve güçlü bir duruş sergilemesini zorlaştırmaktadır. Her şeyden önce İİT, küresel düzeyde "sert güç" (askeri veya ekonomik müdahale) kullanma kapasitesine sahip bir organizasyon değildir. Üstelik, en büyük avantajı olabilecek durumdaki "yumuşak güç" (kültürel etki, diplomasi, toplumsal dayanışma) konusunda da etkili bir yapı kurmayı becerememiştir.


İİT, İslam dünyası içinde ekonomik, kültürel ve dini alanlarda kayda değer başarılar sağlamış olsa da küresel düzeydeki etkisi, çoğu zaman sınırlı kalmıştır. Kendi iç çelişkilerine ilave olarak, modern uluslararası sistemdeki karmaşıklıklar ve büyük güçlerin etkisi, teşkilatın hedeflerine ulaşmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, İİT'nin başarısı büyük ölçüde üyelerinin ortak bir vizyon etrafında birleşebilmesi ve uluslararası ilişkilerdeki büyük güçler arasında daha etkin bir strateji oluşturabilmesi ile şekillenecektir.


Tüm bu yapısal sorunlar bağlamında Türkiye’nin İİT ile ilişkileri de dönemsel olarak değişken bir yapıda şekillenmiştir. 1969-1980 yılları arasını kapsayan kuruluş yıllarında Türkiye'nin İİT içindeki rolü daha çok sembolik ve minimum destekleyici bir nitelikteydi. Ancak Kıbrıs sorunu ve 1980 askeri darbesi gibi dönemeçlerde Batılı ülkelere duyulan tepki ve yaşanan uzaklaşma, Türkiye’nin İslam ülkelerine yakınlaşmasını teşvik etmiş ve 1980 sonrasında Türkiye, daha aktif bir şekilde İİT içinde yer almıştır. Bu yakınlaşma 2000’li yıllarda Ak Parti hükümetlerinin iktidarı ile birlikte Türkiye’nin bölgesel gücünü pekiştirmeye yönelik stratejileri ve İslam ülkelerine açılım siyaseti çerçevesinde İİT içinde daha etkili bir oyuncu rolünü artırmıştır. 


Bu son dönemde Türkiye, İİT'nin yapısal zayıflıklarını göz önünde bulundurarak daha fazla liderlik rolü üstlenmeye çalışmış olsa da içsel çatışmalar ve karar süreçlerinin yavaşlığı, Türkiye’nin bu hedeflerine ulaşmasında engel oluşturmuştur. Türkiye’nin İİT içindeki ekonomik liderliği ve iş birliği çabaları da üyeler arasındaki kalkınma düzeyindeki farklar ve ticaret engelleri nedeniyle sınırlı kalmıştır. Türkiye’nin bu alandaki beklentileri, daha güçlü bir ekonomik entegrasyon olmasına rağmen gerçekleşmemiştir. Türkiye’nin, İİT’yi İslamofobi’ye karşı küresel bir mücadele aracı olarak kullanmak isteği de istenilen sonucu vermemiştir. 


Türkiye, İİT’yi yalnızca bir diplomatik platform olarak değil, aynı zamanda ekonomik ve insani krizlere müdahale etme kapasitesine sahip bir organizasyon olarak görmek istemektedir. Ancak, bu amaca ulaşmak için İİT’nin daha güçlü bir yapıya kavuşturulması ve içsel bölünmelerin aşılması gerekmektedir. Türkiye'nin bu hedefler doğrultusunda daha pragmatik bir yaklaşım benimsemesi ve İİT’yi bir liderlik aracı olarak kullanırken daha gerçekçi ve somut hedeflere odaklanması gerekebilir.


Zayıf Yönler Işığında Yeni Vizyon Arayışı


Teşkilatın kuruluşunda benimsenen ortak hedeflerin ve ideallerin, günümüzde üyeler arasındaki çıkar çatışmaları, siyasi farklılıklar ve çeşitli iç meseleler nedeniyle tam anlamıyla hayata geçmediği açıktır. Filistin meselesi gibi önemli bir konuda bile İİT üyeleri arasında tutarsız ve zayıf politikalar izlenmesi, teşkilatın etkinliğini sorgulatmaktadır.


İİT, demokrasi ve şeffaflık açısından da eleştirilen bir yapıya sahiptir. Teşkilat, genellikle hükümetler arası bir platformda faaliyet göstermektedir ve bu nedenle demokratik bir işleyişi benimsememektedir. İİT’nin organları, çoğunlukla devlet başkanları ve hükümet temsilcilerinden oluşmakta ve teşkilatta halkların doğrudan temsil hakkı bulunmamaktadır. Bu durum, teşkilatın karar alma süreçlerinde daha çok elitist bir yaklaşımın hâkim olmasına yol açmaktadır. Ayrıca, İİT’de alınan kararlar genellikle üyelerin çıkarlarına dayalı olarak şekillenmekte ve bu da teşkilatın adalet temelinden sapmasına neden olmaktadır. Her ne kadar İİT, birçok sorunla ilgileniyor olsa da karar alma süreçlerinin çoğu zaman tek seslilik ve uzun bürokratik süreçlerle şekillendiği görülmektedir.


Teşkilatın üyeleri arasındaki eşitliği, şeffaflığı ve halkların sesini daha güçlü duyurmayı sağlaması için daha açık ve katılımcı bir yönetim anlayışı benimsenmesi gerektiği söylenebilir. Üye ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının çözülebilmesi için ise daha kapsayıcı ve adil bir yönetim modeli gerekmektedir.


İİT’nin, İslam dünyasının karşılaştığı sorunlara çözüm üretirken İslam’ın öğretilerine uygun biçimde barış, adalet ve eşitlik gibi evrensel değerlere daha güçlü bir şekilde vurgu yapması beklenirken, genellikle çıkarlar ve jeopolitik dengeler ön planda tutulmaktadır. Bu durum, İİT’nin faaliyetlerinin İslami değerler temelinde tutarlı bir şekilde şekillenmediğini ve pragmatizmin ön plana çıktığını göstermektedir. İslam’ın hoşgörü ve kardeşlik anlayışına dayanarak İİT’nin ümmetin genel çıkarları doğrultusunda daha kapsamlı ve insani bir yaklaşım geliştirmesi gerektiği açıktır. 


İİT'nin bir diğer zorluğu da küresel güç dengelerindeki değişimlere uyum sağlama konusundaki yetersizliğidir. Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı'nın etkisi altında şekillenen dünya düzeninde İİT, kendi bağımsızlığı ve etkisini güçlendirme konusunda sınırlı başarılar elde etmişse de İslam dünyasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanda ciddi eşitsizlikler sürmektedir. Bu eşitsizlikler, teşkilatın daha etkin ve kapsayıcı bir çözüm üretmesini engellemektedir.


Sonuç olarak İİT, İslam dünyasının birleşmesi ve ortak hareket etmesi adına önemli bir potansiyel taşımaktadır. Ancak, bu potansiyelin hayata geçmesi için teşkilatın iç işleyişinde köklü değişiklikler yapması, demokratik bir yönetim anlayışını benimsemesi ve İslam’ın temel evrensel ilkeleri doğrultusunda hareket etmesi gerekmektedir. Bu süreç, sadece İİT'nin etkinliğini arttırmakla kalmayacak, aynı zamanda dünya çapında daha barışçıl, adil ve eşit bir düzenin kurulmasına katkı sağlayacaktır.